top of page

#1 ÖLÜM KAMPINDA GEÇİCİ BİR VAROLUŞ

Updated: Feb 16, 2022

Bir insan en fazla ne kadar acıya katlanabilir? Dostoyevski der ki 'İnsan her şeye alışabilir ama nasıl olduğunu bize sormayın.' İşte Auschwitz insanın sınırlarını en fazla ne kadar zorlayabileceğini gösteren bir yerdi. Yalnızca hayatta kalma içgüdüsüyle hareket edilen ve bu amaca ulaşmaya yardım etmeyen her şeyin bir yana itildiği, tutukluları duygusallıktan tamamen yoksunlaştıran bir yerdi. Auschwitz bir ölüm kampıydı.

 

Josef Mengele diğer adıyla 'ölüm meleği' kampın en acımasız doktoruydu. Çocukluğu oldukça zor geçmişti. Sevgi ve şefkatten yoksun büyümüştü. Buna rağmen yaşadığı yerde nazik ve güler yüzlü bir çocuk olarak tanınır ve özellikle dakikliği ile herkesten bol bol övgü alırdı. Giyimine özen göstermeye de erken yaşta başlamıştı. Taktığı beyaz eldivenler onun simgesi haline gelmişti. Kamptaki akıl almaz deneylerinden önce aslında bir antropolog olan Mengele, Afrika’yı gezip insan kanı ve virüs numuneleri toplamıştır. Bu numunelerden yola çıkarak farklı ırkların kanları arasındaki farklılığı kanıtlayan faktörleri belirlemek istemiştir.



Büyük dikenli teller, gözetleme kuleleri, vicdandan yoksun komutanlar ve tıpkı bir ruh gibi ayaklarını sürüyerek ilerleyen tutuklular... Auschwitz, 1940 yılında Polonya, Krakow yakınlarında inşa edilen ve çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu dört milyondan fazla insanın imha edildiği ünlü Nazi toplama kampıdır. ‘’Auschwitz diye bir yer var ve oraya giden insanlar ya hemen ya da bir süre sonra öldürülüyorlar. Ama mutlaka öldürülüyorlar…’’ İşte bu cümle birçok Yahudi’nin kulağına defalarca kez çalınmıştı.



Tıklım tıklım, aç ve susuz günler süren bir tren yolculuğunun ardından tutuklular Mengele'nin karşısında sıraya diziliyordu. Mengele umursamaz bir tavırla sağı solu işaret ediyordu. Güçlü ve çalışabilir durumda gördüğü tutukluları sağa, güçsüz gördüklerini ise sola yani gaz odalarına gönderiyordu. Herhangi bir şey söyleme hakları yoktu. Mengele'nin başparmağının ufak bir hareketiyle nefessiz kalıyorlardı. Tutuklular yalnızca yetişkinlerden oluşmuyordu. İçlerinde çok sayıda çocuk da vardı. Kampa attıkları ilk adımdan itibaren ölüm tehlikesiyle karşılaşıyorlardı. Seçim işlemine 'tasnif' adı veriliyordu ve her hafta tekrar yapılıyordu. Böylece günden güne güçsüzleşen tutsaklar ölüm odalarına gönderiliyor yerlerine yenileri geliyordu. Neredeyse sonsuz bir döngü içinde tasnif devam ediyordu.



Sağa gidenler için her şey yeni başlıyordu. Getirilen tutuklular görevliler tarafından seçilip numaralandırılıyordu. Üzerlerinde bulunan her şeyi teslim etmek üzere odalara gönderiliyor ve tamamen çıplak kalana kadar tüm kıyafetlerini çıkarıyorlardı. Saçları da kazınıyordu. Böylece her birinin farklı bir 'insan' olduğu gerçeğinin üstü kapatılıyordu. Artık hepsi aynı görünen ve birer numaradan ibaret olan 'tutuklular'dı. Doğru düzgün giyinmeden, yemeden, içmeden ve hiçbir tıbbi olanak sunulmadan ağır işlerde çalışmaya zorlanıyorlardı. Kısa bir sonra onların da bedenlerindeki tüm güçleri tükeniyor, ya açlıktan ya donarak ya da bir iş kazası nedeniyle hayatlarını yitiriyorlardı.


İnsan, psikolojik olarak kaldıramayacağı durumlarda kendini duygusal ve düşünsel yönden tamamen kapatabilir ve hatta yaşadıklarını kısa bir süre içinde hafızasından silebilir. Tutuklular da zamanla duygu yitimi (apati) yaşıyor, yani yaşadıkları acıya ve gördükleri muameleye karşın bir savunma mekanizması geliştiriyor ve kendilerini duygusuzlaştırıyorlardı. Bazı tetikleyici durumlar dışında artık hiçbir şey hissetmemeye başlıyorlardı. Bir tutuklu tetikleyici duruma örnek olarak şu olayı anlatmıştır: 'Bir gün çalışırken bir anlığına dinlenmek için durdum ve durumu fark eden gardiyan bana minik bir taş fırlattı. Tek kelime bile söylemeden yalnızca bir taş fırlattı. Bu bana, cezalandırmaya bile gerek duymayacak kadar az ortak şeye sahip olunan bir yaratığın dikkatini çekmek ve işine döndürmek için başvurulan bir yöntem gibi geldi.'



Mengele acımasız deneylerini yalnızca yetişkinler üzerinde değil birçok çocuk üstünde de gerçekleştirdi. Bu deneylere maruz kalan çocuklardan biri olan İzak Ganon, kamptan kurtulanlar arasındaydı. Yıllar sonra anlattığı bir deneyle acımasızlığın bir sınırı olmadığını kanıtlamış oldu: 'Mengele içeri girdi. Narkoz yapmadan karnımı yardı ve tek böbreğimi keserek eline aldı. Böbrek onun elinde başı kesilmiş bir tavuk gibi kıvranıyordu. Ben ise acıdan avazım çıktığı kadar bağırıyordum.'



Peki Auschwitz’in sonu ne oldu? Suçlular Kızıl Ordu yaklaşırken ölüm izlerini yok etmek için gaz odalarını 1944 yılının sonunda ateşe verirken, tutuklular da kamptan tahliye edildi ve batıya doğru göçe zorlandı. SS güçlerinin tüm engellemelerine rağmen kamp kurtarıldı. Auschwitz’ten kaçanlar gece gündüz özgürlüğüne kavuşmak için yürüdü, geride kalanlar ise öldürülüyordu. 'Ölüm yürüyüşü' ile yola çıkan elli altı bin kişiden on beş bini yolun sonunu göremedi. Yol kenarına sıralanan cesetler Auschwitz’in son kurbanlarıydı. Yaklaşık 5 milyon 600 bin Yahudi öldürüldü. Ayrıca Nazi döneminde, fiziksel engelliler ve eşcinseller sistematik olarak yok edildi. Öldürülenler arasında 1,5 milyon çocuk vardı.

Toplama kampı 'sınırı bilinmeyen geçici bir varoluş'tu. Nasıl ve ne zaman son bulacağı bilinmeyen bir acı yuvası... Bir şey üzerine ne kadar fazla hayal kurup umutlanırsak o şey değerini o kadar fazla kaybeder. Onca zaman çabalamak için güç bulduğumuz hedefe sonunda ulaştığımızda gerçekliğini kavrayamayız. Kamptan kurtulanların tutunduğu özgürlük düşüncesi sonunda gerçek olduğunda kampın kapılarına doğru yürürlerken mutlu bile olamamışlardı. Hiçbir şey hissedemiyorlardı. Sadece yorgun ve şaşkınlardı. Viktor Frank'ın söylediği gibi 'henüz bu dünyaya ait değillerdi'.

 

Bir sonraki yazıda, Mengele'nin yaptığı sayısız korkunç deneyden birkaç tanesini inceleyeceğiz.

Recent Posts

See All
Post: Blog2_Post
bottom of page